Türk Medeni Kanunu
17 Şubat 1926 ‘da kabul edilen Türk Medeni Kanunu ve 22 Nisan 1926’da kabul edilen Borçlar Kanunu İsviçre’den, 1 Mart 1926’da kabul edilen Ceza Kanunu ise 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’ndan alınarak yürürlüğü girmiştir. Bu kanunları 1927’de yürürlüğe giren İsviçre’nin Neuchatel Kantonundan alınan Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu takip etmiş, 1929’da ise yürürlüğe giren
4 Nisan 1929 tarihli Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK) da
Almanya’dan alınmıştır.
17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun, Türkiye’de laik bir özel hukuk sisteminin başlangıcını teşkil etmiştir. Bu kanun ile toplumsal alanda kadın erkek eşitliği sağlanmış, kadınlara istediği mesleği seçme hakkı verilmiş, resmi nikah mecburi hale getirilmiş, tek eşle evlilik sistemi benimsenmiş, kadınlara miras konusunda eşitlik ilkesi getirilmiş, boşanmalarda kadın güvence altına alınmıştır. Ayrıca Medeni kanunla Patrikhanelerin din işleri dışındaki azınlık haklarını kontrol yetkisi kaldırılmıştır.
1. SALTANATIN KALDIRILMASI (1 KASIM 1922)
Mudanya ateşkes antlaşmasından sonra barış konferansı hazırlıkları başladığında İstanbul hükümeti TBMM Hükümetinin yanında görüşmelere katılmak istediğini belirtmiştir.İtilaf devletleri de bunu destekleyerek iki hükümet arasında görüş ayrılıklarının çıkmasını sağlayıp bundan yararlanmak istemişlerdir.
Mustafa Kemal Paşa buna çok sert bir şekilde cevap vererek İstanbul Hükümetinin bağlı olduğu saltanat makamının kaldırılması için TBMM’de görüşmeler başlatmıştır.
1 Kasım 1922’de alınan bir kararla önce saltanat makamı halifelik makamından ayrılarak dini ve siyasi yetkilerinin ayrılması sağlandı.Bu makamın zaten 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgaliyle kalkmış olduğu belirtildi.Halifelik makamının ise devam etmesi ve Osmanlı hanedanından da bir kişinin TBMM tarafından bu göreve getirilmesi kararlaştırıldı
2. CUMHURİYETİN İLANI
Mustafa Kemal Paşa, daha Erzurum Kongresi sırasında, zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını söylemişti. 23 Nisan 1920’den beri Türkiye’yi idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, millî egemenlik esasına dayanıyordu. Bu, adı konulmamış bir cumhuriyet yönetimiydi. 20 Ocak 1921 tarihli anayasada “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” deniliyordu. Bu, yeni rejimin ilân edilmemiş bir cumhuriyet olduğunu gösteriyordu.
Cumhuriyetin ilânının önündeki en büyük engel saltanattı. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla bu engel aşıldı.
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasında tarihî bir görev yapan birinci dönem TBMM üyeleri, yeni seçim kararı alarak dağıldı (l Nisan 1923). Yeni seçimlerin yapılmasından sonra TBMM ikinci dönem çalışmalarına başladı. Yeni kurulan meclis, Lozan Barış Antlaşması’nı onayladı. Böylece millî bağımsızlık tam olarak gerçekleşmiş oldu.
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı sırada yeni Türk devletinin adı henüz konulmamıştı. Hükümet, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşıyor, meclis başkanı hükümet başkanlığı da yapıyordu. Bu sistem içinde devlet başkanlığı boş görünüyordu. Şimdi, yürürlükte olan siyasî rejime uygun devlet şeklini bulmak zorunlu hâle gelmişti. Millî Mücadele Dönemi’ndeki, olağanüstü şartların bir ürünü olan meclis hükümeti sistemi de artık işlemez olmuştu. Bu sistemde, Bakanlar Kurulunun her üyesi için ayrı ayrı oylama yapılırdı. Bu durum ise hükümet kurulmasını zorlaştırıyordu.
25 Ekim 1923’te hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu olay Mustafa Kemal Paşaya, cumhuriyeti ilân etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü’nde arkadaşlarına “Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz.” diyerek fikrini açıkladı. O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasası’nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı. “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir.” hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM’de yapılan konuşmalardan sonra cumhuriyetin ilânı kabul edildi. “Yaşasın cumhuriyet!” sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilân edildi (29 Ekim 1923).
Bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada 158 milletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal Paşa, TBMM tarafından yeni Türk devletinin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Bunun üzerine kürsüye gelen Mustafa Kemal, yaptığı konuşmasını “Türkiye Cumhuriyeti mesut, başarılı ve muzaffer olacaktır.” sözü ile bitirdi. Böylece devletin adı ve rejimiyle ilgili tartışmalara son verildi. Devlet başkanlığı konusu çözüme kavuştu. Hükümetin kurulma şekli yeniden düzenlendi. Buna göre; cumhurbaşkanı başbakanı atayacak, başbakan da bakanlarını seçip cumhurbaşkanının onayına sunacaktı. Bu uygulamayla, meclis hükümeti sistemi yerine parlamenter rejime geçilmiş oldu. İlk hükümeti kurmakla İsmet Paşa görevlendirilmişti. Böylece Türk Milleti’nin tarihinde yeni bir devir açılıyordu.
Türk milletinin yapısına en uygun idare şekli olan cumhuriyet rejimine sahip çıkmak ve onu yaşatmak, hepimizin başlıca vatandaşlık görevidir.
3. HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
Saltanatın kaldırılmasına, cumhuriyetin ilânına karşın hiçbir gereği kalmayan halifelik, varlığını korumakta devam ediyordu. İstanbul’daki son halife de bu durumdan yararlanarak cumhuriyet rejimi karşısında ayrı bir kuvvetmiş görüntüsünü vermekten çekinmiyor, tantanalı törenler düzenliyor, devlet bütçesinden kendisine ayrılan ödeneği az görüyordu.
Bu tutum, devrime karşı çevreleri kımıldanmaya yöneltiyor, bir kısım basın da halife yanlısı bir tutumun içine itiliyordu. Halbuki büyük özverilerle kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’ni her türlü tehlikeden korumak vazgeçilmez görevdi. Artık halife sorununun da kesin şekilde çözülmesi gerekiyordu. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir yasayla hilâfet kaldırılarak son halife yurt dışına çıkarıldı.
Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda bir büyük adım daha attı; zira millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında “halifeli cumhuriyet” söz konusu olamazdı. Anayasa’da, 1928’de yapılan bir değişiklikle “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâmdır” maddesinin de kaldırılması, cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şeklinin yeniden düzenlenmesi, lâiklik yolunda aşılan büyük gelişmeler oldu. Nihayet 5 Şubat 1937’de lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olarak Anayasa’da yer aldı.
1. Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi (Tevhid_i Tedrisat )
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim birliği bir sistem olarak benimsenmiş bulunmaktadır. Yeni Türkiye’nin kültür hayatında çok önemli bir aşamayı başarıya ulaştıran Tevhid-i Tedrisat Kanunu, aslında büyük bir kültür hamlesidir. Eğitimin birleştirilmesi ile, özellikle 19. yüzyıl sonlarından beri Türkiye eğitiminde görülen medrese ve okul (mektep) diye devam eden ikililiğe son verilmiştir. “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile öğretim ve eğitim birliği sağlanarak milli kültür birliğine yönelmek istenmiştir. Öğretim ve eğitime milli ve laik bir karakter veren Tevhid-i Tedrisat Kanunu, milli gelişme tarihinde daima büyük yer tutacak bir inkılabın da adı olmuştur.
3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, öğretim ve eğitimin birliğini sağlamakla beraber medreselerin de kaldırılmasını sağlamıştır. Keza 3 Mart 1924 tarihli, Şer’iye ve Evkaf Vekaletlerinin kaldırılmasına dair kanunla da, vakıfların bağlı bulunduğu vekalet (bakanlık) kaldırıldığından ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun üçüncü maddesi ile de Şer’iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mektepler (okullar) ve medreseler için ayrılan ödenek Maarif Vekaletine (Milli Eğitim Bakanlığına) devredildiğinden, medreselerin kaderini tayin Maarif Vekaletine bırakılmıştır. Böylece, öğrenim birleştirilerek ikilik ortadan kaldırılımış ve devlet, eğitim işlerinin tek sorumlusu olmuştur. Cumhuriyet hükümeti, ömrünü tamamlamış bir kısım dinî kurumlarını kapatarak bunların yerine yeni sistemde eğitim veren İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Okulları açtı. Medreseler, türbeler, tekkeler kapatıldı. Böylece, eğitimde birlik sağlanarak devletin öğretmenleri tarafından dinî derslerin yanında diğer dersler de verilmeye başlandı.
2 Mart 1926’da kabul edilen, “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun” Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunun ilkelerinin ışığı altında eğitim hizmetlerini düzenlemiştir. Devletin izni olmadan hiçbir okulun açılmayacağını öngören Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun aynı zamanda çağdışı bütün derslerin okul müfredat programlarından kaldırılmasını da sağlamıştır.
2. Medreselerin Kapatılması
Milli mücadelenin zaferle sonuçlanmasından hemen sonra kurulan yeni rejimin uzun soluklu olabilmesi için yapılan icraatlardan birisidir. devrimlerin başında hilafetin kaldırılmasından sonra medreselerin kapatılması gelmiştir. 3 mart 1924 tarihinde çıkarılan 430 sayılı tevhid – i tedrisat kanunu ile kapatılan medreselerin tarihçesine göz atacak olursak, selçuklu veziri nizam – ül mülk’ ün kurumsallaştırdığı, osmanlı sultanı orhan gazi’ nin geliştirdiği ve sultan fatih’ in de fetih’ ten sonra en çok önem verdiği ilim ve irfan yuvalarıydı. fatih sultan mehmed han’ ın fatih camii haziresinde açtığı sahn – i seman medreseleri, ecdadımızın ilim konusuna ne kadar önem verdiğini göstermiştir.
bu irfan ve ilim ocaklarının anadolu’ nun kültür tarihinde çok önemli yeri vardır. bir çok dünya çapındaki ilim adamlarımız bu yerlerde yetişmiştir. müslüman türk milletinin bin yıllık andolu tarihinde büyük imparatorluk haline gelmesinde bu ilim ocaklarının çok büyük rolü ve etkisi olmuştur.
Dini ilimlerde olduğu kadar dünyevi ilimlerde de başarılı olan medreselerde fen bilimleri başarıyla okutulmuştur. ancak tanzimat’ tan sonra girilen batılılaşma yolu, medreselerdeki bu başarıyı gölgelemiştir. çünkü fen dersleri medreselerden kaldırılmış, yeni kurulan mekteplere bırakılmıştır. bu dönemden sonra fen dersleri yeni açılan mekteplere kaydırılarak medreseler sadece dini ilimlerin öğretilmesine hasredilmiştir. bilahare, diğer müesseselerde olduğu gibi medreselerde de bazı eksiklikler görülmüştür. eğer medreselerin kapatılması istenmemiş olsaydı, bu aksayan taraflar giderilebilirdi. öğrenim birliği kanunuyla tek elden idare edilen eğitim sistemi, bundan böyle tek tip insan yetiştirmek için kolları sıvadı. başlatılan ideolojik uygulamalar ile çağdaş eğitim veriyoruz diyerek, yahudi davrvin’ in sapık fikirleri eğitim sistemine sokularak, ülke gençliği inkar bataklığına sürüklenmiştir. yeni nesiller kendi inanç, kültür ve kimliklerinden koparılıp mukallidi vasıfsız ve beceriksiz insanlar olarak yetiştirilmiştir. batılılaşma sürecindeki uygulamalar eğitimi ideolojinin kıskacına sokarak üstün vasıflı insan yetişmesini engellemiştir.
3.Yeni Türk Harflerinin Kabulü
Cumhuriyet Dönemi’nin en önemli inkılâplarından birisi de Harf İnkılâbı’dır.
Türkler, tarih boyunca değişik alfabeler kullanmışlardır. Türklerin kullandığı ilk alfabe, Göktürk Alfabesi’dir. Bu alfabe aynı zamanda ilk millî alfabemizdir. Bundan sonra Uygur Türkleri kendilerine mahsus bir alfabe kullandılar. İslâmiyet’in kabulünden sonra Arap Alfabesi kullanılmaya başlandı. Arap harfleri, Türk Dili için uygun değildi.
İlerlemenin önündeki en büyük engel cehaletti. Milleti bu durumdan kurtarmaya kararlı olan Mustafa Kemal, kurtuluşun yolunu da şu sözü ile gösterdi: “Büyük Türk milleti, cehaletten az emekle kısa yoldan ancak; kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir.”
Okur-yazarlığı yaymak ve cehaleti kısa zamanda gidermek için, Atatürk’ün emriyle bir komisyon kurulup yeni Türk alfabesi hazırlandı. Harf İnkılâbı’nın ilk müjdesini Mustafa Kemal 8 Ağustos 1928’de, İstanbul’daki Sarayburnu Parkı’nda halka şöyle duyurdu: “Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli zengin dilimiz yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. … Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir milletin, bir toplumun yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmezse, bundan insan olanlar utanmalıdır.”
Bundan sonra yeni Türk harflerinin yaygınlaştırılması için bir seferberlik başlatıldı. Başöğretmen Atatürk, yurt seyahatine çıkıp, kara tahta başında yeni Türk harflerini vatandaşlara öğretti. Ankara’da toplanan öğretmenler birliği kongresinde, öğretmenler, Atatürk’ün açtığı bu yeni yolda sabırla çalışacaklarına ant içtiler. Üç ay gibi kısa bir zamanda inkılâp gerçekleşti,
1 Kasım 1928’de, yeni Türk harflerinin kabulüne ilişkin kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi. Kanunun kabul edilmesinden sonra geniş halk kitlelerine okuma yazma öğretmek üzere “Millet Mektepleri” açıldı.
Atatürk, Millet Mektepleri Başöğretmeni ilân edildi (24 Kasım 1928).
Böylece, eğitim ve kültür hayatımızda yeni bir dönem başlamış oldu.
1. Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması
Osmanlı toplum ve eğitim hayatında önemli bir yere sahip olan tekke ve zaviyeler zamanla yozlaşmış ve toplumsal alanda bölünme ve gruplaşmalara sebep olmuştu. Uygar ve ileri bir millet olma amacını güden toplumumuz için tekke, zaviye, türbe ve tarikat gibi engeller kaldırılması zorunlu kurumlardı. Atatürk, Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’te söylediği bir nutukta türbelerin, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini vermiştir; “Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”
30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması kabul edilmiş ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun, bütün tarikatlarla birlikte, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik
seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.
2. Kılık ve Kıyafet Kanunu
Kıyafet kanunu ile birlikte, kadınların çarşaf giymesi yasaklanarak kadınlar modern kıyafetlere geçiş yapmışlardır. Erkekler ise fes ve sarık gibi başlıklardan vazgeçip şapka takmaya başlamışlardır.
Atatürk, 23 Ağustos 1925’te Eskişehir ve Mahmudiye’ye yaptığı seyahatlerde şapkayı halka göstererek giysi devriminin ilk işaretini verdi. “Biz her nokta-i nazardan medenî insan olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Medenî ve beynelmilel kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir onu giyeceğiz.” diyen Atatürk, 27 Ağustos 1925’te de Mahmudiye ‘de “Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir.” diyerek, “cevherli milleti” ilkellikten sıyrılmaya teşvik etmiştir. Atatürk’ün diktesi üzerine 25 Kasım 1925 tarih ve 671 Sayılı Şapka Kanunundan sonra yeni rejimin kapıkulları derhal biat etmiş; bu yenilik, medenî kıyafet değişimi olarak vatandaştan sayılmayan karabudun arasında çoğunlukla nefretle karşılanmıştı. Bundan sonra, 3 Kasım 1934 ‘deki kıyafet kanunu ile cüppe ve sarık giymek yasaklanmış, bu kıyafetleri giyme hakkı yalnız -ibadethanelerde- din adamlarına tanınmıştır.
3.Ölçülerde Yapılan İnkılâplar
Osmanlı Devleti zamanında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında, zaman ölçüsü olarak Hicri ve Rumi takvimler ile alaturka saat (yaz-kış, güneşin battığı an saatin 12 kabul edilmesi) kullanılıyordu. Bu durum dış ülkelerle olan ticari ilişkilerde güçlüklere neden oluyordu. Bu güçlükleri ortadan kaldırmak için 26 Aralık 1925’te kabul edilen bir kanunla Hicri ve Rumi takvimler kaldırılarak yerine Miladi Takvim, alaturka saat yerine milletler arası saat kabul edilerek bir gün 24 saatlik eşit zaman dilimi içinde düzenlenerek, bu konudaki ayrılığa da son verildi.
20 Mayıs 1928’de milletler arası rakamlar yürürlüğe girdi. 26 Mart 1931’de ağırlık ve uzunluk ölçü birimleri de değiştirildi. Eskiden kullanılan arşın, okka, endaze gibi kullanımı zor, hem de bölgelere göre değişen birimler kullanımdan kaldırıldı. Uzunluk ölçüsü olarak metre, ağırlık ölçüsü birimi olarak kilogram kabul edildi. Bu sayede ticari ve ekonomik işlemler kolaylaşmış, yurdun her yerinde tam bir ölçü düzeni kurulmuştur.
1935 yılında çıkarılan bir kanun ile de daha önceden cuma günü olan hafta tatili, pazar gününe alınmıştır.
4.Soyadı Kanunu’nun Kabulü (21 Haziran 1934)
1934 yılına kadar Türk toplumunda soyadı yoktu. Bu durum, toplumsal ilişkiler için büyük bir eksiklikti. Evlilik birliğinin soyadsız olması çok sakıncalıydı. Nüfus kayıtları düzgün değildi. Ekonomik ilişkilerden askere alma işlerine kadar tüm işlemlerde soyadı bulunmaması nedeniyle büyük sıkıntılar yaşanıyordu. İnsanlar doğdukları yere ve aile lakaplarına göre adlandırılıyordu.
Bütün bu karışıklıkların giderilmesi amacıyla 21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu çıkarıldı. Herkesin ilk adından başka soyadı taşıması zorunlu tutuldu. Alınacak olan soyadları Türkçe olacak, rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adlarıyla, gülünç, ahlaka aykırı olan kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı.
Soyadı Kanunu’nun kabulünden sonra TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’e, 24 Kasım 1934’te çıkarılan özel bir kanunla Atatürk soyadı verildi. Başka bir kanunla da bu soyadın başkaları tarafından kullanılması yasaklandı.
Toplumda ayrıcalık ifade eden ağa, hoca, paşa, molla, bey, hafız, efendi, beyefendi, hanım, hanımefendi, hazretleri, zade gibi unvanların kullanılması aynı yıl içerisinde çıkarılan kanunla yasaklandı. Yalnız, bugün kullandığımız hanımefendi, beyefendi gibi kelimeler artık toplumsal bir yapının ifadesi değil, bir incelik ifadesi olduğu için günümüzde de devam ettirildi.
Tarım alanında gelişmeler
17 Şubat 1925’te köylünün ödediği Aşar vergisi kaldırıldı. Böylece köylü rahat bir nefes aldı. Hâlbuki aşar vergisi bütçenin %40’ı idi. Aşar yerine bütçenin %15’ini oluşturan Arazi vergisi getirildi.
Köylüye kredi vermesi için Ziraat Bankasının Sermaye ve şube sayısı arttırıldı.
Tarım uzmanı yetiştirmek amacıyla Yüksek Ziraat Enstitüleri kuruldu.
1925’te Reji idaresi (Tütün Tekeli) yabancılardan satın alınmıştır.
Köylünün ucuz kredi, makine, tohum ve benzeri ihtiyaçlarını karşılamak için Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu (1929).
Devlet Üretme Çiftlikleri kuruldu. (Ankara Gazi Orman Çiftliği, Silifke, Tarsus ve Dörtyol Devlet Çiftlikleri)
1929’da Toprak Reformu yapılarak topraksız köylüye toprak dağıtılmaya çalışıldı. Ancak Toprak Reformu yasası uygulanamadı.
Ticaret Alanında Gelişmeler
1924’te sanayici ve özel girişimcilere kredi sağlamak amacıyla Türkiye İş Bankası kuruldu.
1925’te Ticaret ve Sanayi odaları kuruldu.
1926’da Kabotaj Kanunu ile Türk karasularında yolcu ve yük taşıma hakkı sadece Türk denizcilerine verildi. Bu, kapitülasyonların kaldırılmasını tamamlayan bir gelişmedir.
1930’da Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkarıldı. 1970’e kadar yürürlükte kaldı.
1930’da Merkez Bankası kurularak para işleri de belli bir düzene oturtuldu.
* Cumhuriyet döneminde ekonomi alanında yabancı hâkimiyeti en çok ticaret alanında hissedilmiştir. Çünkü Osmanlıdan bu yana kapitülasyonlar sebebiyle Ermeni, Rum ve Yahudiler ticareti tamamen kendi ellerine almışlardı. Türk tüccarlar Cumhuriyet’le güçlenmeye başladılar.
İzmir İktisat Kongresi (18 Şubat 1923)
Bu kongreye işçi, çiftçi, tüccar ve sanayicilerden oluşan 1135 temsilci katılmıştır. Kongreye Atatürk başkanlık etmiştir. Kongrede Misak-ı İktisadi yani Ekonomi andı kararları alındı. Ekonomik gelişmenin milli bağımsızlık ilkesi içinde sağlanması kararlaştırıldı. Kısacası buradan çıkan karar “Milli Ekonomi” kararıdır.
Buna göre;
Yabancıların kurdukları şirketlerden kaçınılmalıdır.
Sanayi teşvik edilmeli ve milli bankalar kurulmalıdır.
Demiryolu inşaatına ağırlık verilmelidir.
Hammaddesi yurtiçinde olan sanayi dalları kurulmalıdır.
El tezgâhlarından büyük işletmelere geçilmelidir.
İşçilere Sendikal haklar tanınmalıdır.
Amele yerine işçi kelimesi kullanılmalıdır.
Özel girişimlere kredi sağlayacak bir banka kurulmalıdır.
Toprak reformu yapılmalıdır.